Müzikal Şeyler

Posted by Jatrah | Posted in | Posted on 15:06

Geçenlerde Ekşi Sözlük'ü okurken aklıma geldi, dedim "In Flames hakkında en son en yazılmış, ne oluyor ne bitiyor sevgili fileymsimde, öğreneyim.". Beni bilen bilir In Flames -eskisi kadar olmasa da- en sevdiğim gruptur, bahsi geçince tüm akan sular olmasa da o suların bir kısmı durur. Sözlükteki biri gruptaki olası bir eleman değişikliğinden bahsetmiş. Yıkıldım. Adamım Jesper Stromblad (bilmeyenler için In Flames'in kurucusu, gitaristi, beyni) bir süredir alkol rehabilitasyonundaydı. Gruptan da bir süredir ses seda çıkmıyordu. Acep Jesper'ın gruba dönüşü olmayacak mı diye ilk kez kıllandım. Çünkü Jesper'siz bir milletin müzik damarlarından biri kopmuş demekti, keza In Flames'te bu lepiska saçlı arkadaş olmadan başka bir grup olurdu benim için. Zaman neler getirecek, göreceğiz. Jesper'lı yeni albümler getirse mesela fena olmaz...

... olmasına olmaz da, verdiğim bu tepki (üzülme) aslında çok acayip geliyor bana artık. Bir grup veya şarkıcıyı çok sevmek gerçekten garip. Ailenden biri gibi veya kankan gibi falan belliyorsun. Hele küçük kızlar böyle aşık olmuyolar mı, deliriyorum yarabbim. Poster asmalar, tüm haberleri takip etmeler falan... Bir de bu küçük insan turşularının saç tokasına mikrofon muamelesi yapıp, ayna karşısında şarkı söyleyerek kendinden geçtiklerine de şahit oldum, felaket!

İtiraf etmem gerekir ki aşk-meşk-ayna karşısında coşma çerçevesinde olmasa da benim de postersel dönemlerim olmadı değil. Ama müzikal yolculuğum bu gerzek dönemden çok daha eskide başlıyor, 2,5 yaşımda. Ben doğru düzgün konuşmaya 2,5 yaşında başlamışım. Öncesi sadece "anne naynay", "mama", "naraş naraş" (şair burada anneye sesleniyor ve yavaş yavaş demeye çalışıyor) gibi yüzeyel ve yarı manalı kelimelerden ibaret. Sonra ilginç bir şey olmuş ve bir gün ben ailecek arabada giderken çalan Ahmet Kaya şarkısını (tutuşur dizelerim) söylemişim. Tarihe Emir'in ilk söylediği şarkı olarak geçen bu eser, kitleleri falan peşinden sürüklemese de benim için akılda kalıcı nakaratıyla 1989 yazının hiti olmuş sebepsizce. Aşağıda o dönemki halimi görüyorsunuz:



Sevdiğimi hatırladığım ilk şarkı ise anaokuluna giderkenki döneme (5-6 yaşlarında) denk geliyor. Çelik'in, İzel ve Ercan modüllerini uzay boşluğuna salıp tek başına müzik dünyasına ayak bastığı "Ateşteyim." şarkısı. Evet lan seviyordum, ne var. Klibi de hala gözümün önündedir. İlkokulda ise ablam sağolsun Kargo'yu dinlerdim bayağıca. Geçenlerde ilk 3 albümlerine (ki aslında 2-3 ve 4. albümleri oluyor, kimsenin bilmediği bayan vokalli bir "debut" albümleri var.) göz attım, hiç fena değiller gerçekten. Özellikle Yalnızlık Mevsimi kayıt kalitesi olarak da çok çok iyi. Tabii o dönem lirikler ne demiş, prodüksiyon nasıl, düzenlemeler falan hak getire, paldır küldür dinliyorum. Amma velakin ilkokul 4'te iken her şey değişiyor ve The Prodigy ilen tanışıyorum.



Benim sanırım gerçekten ilk fanı olduğum grup The Prodigy idi. Yukarıda geçen poster eyleminin sorumlusu kendileridir. Liam Howlett ve Keith Flint benim için gözü yaşlı bir ana, ciğeri yanık bir gardaş gibiydi. "Sevdiği grubu etrafındakilere de sevdirmeye çalışan adam" portresini ilk The Prodigy sayesinde tattım. Video kliplerini televizyonda yakalayınca az çoşmadım (özellikle Breathe'in klibini). Bu Prodigy çılgınlığı takriben 2-3 sene tam gaz sürmüştü. Tam orta okula geçtiğim dönem rock/metal dinleyemeye başlayan ergenlerin klasik triosu olan Metallica-Nirvana-Pentagram'ı keşfetmiştim. Ama hiç biri sarmamıştı beni. Bunlar yerine ilginç bir şekilde The Prodigy'den sonra fanı olduğum grup Korn olmuştu. Bilindiği üzre grubun liriklerinin bir kısmı "I hate my parents. Hey dad, fuck off, ok?" olup ergenlik dönemi denyoluklarına cuk oturuyor olsa da Korn'u sevme sebebim bereket versin sadece müzikaldi. Tabii bunda o sıralar "Hav ar yu, ne var yu ehi ehi" seviyesinde seyreden ingilizcemin de katkısı var.



Sonra geldik Orta-2'ye, gönül rahatlığıyla hayatımın en güzel dönemlerinden biri olarak tanımlayabileceğim bir seneydi. Her hafta düzenli olarak Konak'taki Stüdyo Ümit'ten bir kaset alıyor, her hafta yeni bir grubu keşfediyordum. Opeth, Dark Tranquillity, Children of Bodom vs. gibi şu an bile büyük keyifle dinlediğim grupları o zaman tanımıştım. Benim için oldukça yeni bir müzikal okyanusa açılmıştım, inanılmaz bir keşif hissi ve beraberinde inanılmaz bir haz duyuyordum hep hatırlayıp, özlediğim. İlginç olan aynı zamanda bu sene benim Tolkien ve fantezi-kurgu edebiyatı ile tanışmama da denk gelir. Yani anlayacağınız Rock temelli müzik (Heavy Metal ile sınırlandırmıyorum) ve FRP birlikteği her nasıl oluyorsa beni de bulmuştu. Bu da sanırım evrenin yazılı olmayan kurallarından biri olsa gerek. Her neyse...

Ardından In Flames dönemi geliyor. Orta 2'de tanıştığım, 2000'de Clayman'i alıp pekiştirdiğim In Flames fanatikliğim lise başında zirve yapmıştı. Yazının başında da dediğim gibi, hala da zirvedeler, hala grupla ilgili haberler bir heyecan kaynağı olabiliyor aslında ama bir gruba veya müzisyene karşı hissettiklerim eskisine oranla çok törpülenmiş durumda. Hiç bir müzisyenle (eskiler hariç, In Flames gibi) geçmişteki gibi bir bağ kuramıyorum artık. "Yaşlandık yeaa" ayağı yapmak değil niyetim, çünkü herhangi bir grubun yeni bir albüm haberine deliler gibi sevinmek istiyorum da olmuyor, olamıyor kuzucuklarım. Halbüse güzel müzik kadar yaşama tad katan çok az şey var şu dünyada.



Ama eklemem lazım ki In Flames fanı olmamın diğer grupların fanı olmamdan farkı bana bir geri dönüşünün olmasıydı. Jesper'ın melodilerini dinlemek içimdeki çakma müzisyeni uyandırmış olacaktı ki ÖSS sonrası hemen bir elektro gitar aldım. Ha aldım da ne oldu, virtüöz mü oldum, yok. Hala daha ancak az buçuk bir şeyler çalabiliyorum. Ama deli gibi bir enstrüman fetişim var. Çalmak değil de sadece gitarlara bakmak bile feci zevk veriyor lan. Yerim.

Uzun lafın kısası en kaba haliyle benim müzikal serüvenim böyle; fanı olunmuş bir adet rave kökenli elektronik müzik grubu, bir adet nu-metal grubu (ki o akımın da başlatınıdır), bir adet melodik death metal grubu. Bu çeşitlilik sağolsun elektronik, trip-hop, heavy metal, glam rock gibi çok alakalı olmayan bir sürü müzik türünde gönlüm oldu. "Kulağıma hoş gelen her şeyi dinliyorum." kolaycılığına kaçamayacağım merak etmeyin. Hemen eklemeliyim ki aslında tüm bunları anlatmadan önceki esas niyetim In Flames albümleri arasında bir sıralama yaptığım bir yazı yazmaktı. Ve hatta blog'u sinema-müzik ekseninde yazılarla donatmayı düşünüyordum en başta. O yüzden de ismini "Entel Dantel İşler" olarak seçmiştim. Ama her ne hikmetse ilk 2 yazı daha çok anı eksenli şeyler oldu. Şu anda okuduğunuz yazı vesilesi ile yeni bir müzikal temalı yazıya geçiş yapsam, çok göze batmaz öyle değil mi canımın içisi okur? Zaten sitenin sağ tarafına bakıyorum da şurada şimdilik 12 kişiyiz, lafı bile olmaz bence. O zaman bir sonraki yazıya kadar yukarıda ismi geçen grupları dinleyin, sevin.

Dip Not: The Cure fanı olduğum 4. grup olabilirdi. 5 yaş falan genç olsaydım.

10.02.2010

Toplu Taşıma, Toplu Nefret

Posted by Jatrah | Posted in | Posted on 12:35

Hala okuyan insanlar olarak hayatımızın herhalde çok ciddi bir bölümü otobüs/dolmuş/servislerde geçti, geçmeye de devam ediyor belki. Fakat bu harcanıp geçen zaman toplu taşıma araçlarına beslediğim nefrete karşı bir bağışıklık oluşturmaya yetmedi. Hayatıma girdi gireli sadece sıkıntı verdi bu "şey" bana.

Küçükken (3-4 yaş civarı) kafamda yetişkin olmaya ait kriterler oluşturmuştum. Bu kriterleri karşılayanlar bana göre yetişkin bir bireydi. Ama bunlar yapılamıyorsa siz de çocuktunuz benim gibi. Peki neydi bu fantastik bombastik kriterlerim? Mesela kendi başına banyo yapmak! Ayakkabılarını bağlayabilmek! Ve de otobüse tek başına binip, bir yere gidebilmek! Bir gün bunları yapabilirsem, o zaman kendime yetişkin diyebilecektim. Daha o zamandan otobüsler içime dert olmuştu yani.

Yetişkin olma kriterlerini tamamlayınca (ayakkabılar bağlandı, kendi kendine yıkanma işi becerildi, otobüse binip bir yerlere bile gidildi ve kaybolunmadı) bu salak araçla ilgili sıkıntılarımın bitmeyeceğini, daha yeni başladığını bilmiyordum. Adına otobüs şöförü denilen ve gülerse ölüm cezasına çarptırılacakmışcasına somurtan bıyıklı-gözlüklü suratsız amcaların varlığından bihaberdim mesela. Üstüne üstlük bu amcalar dünyanın en orijinal lafıymış gibi "İlerleyeliiğmm! Arğadaşım otobüsün arkası başka yere gitmiyo, ben görüyorum arkalar boş!" diye bağırıp duracaklar ve sinir katsayımı artan ivmeyle yukarı çıkaracaklardı. Ulan hala anlamıyorum, ESHOT şoförü olabilmek için altın kural mı lan bunu demek? Hani gizli bir sınav var ve en son sorusu bu mu? Nedir yani, nedir? Otobüs şoförlerinin varlıklarına, davranış biçimlerine alışmak ise daha sancılı bir süreç olacaktı benim için. Şöyle ki:

Orta-2'ye gidiyorum. Otobüsle Güzelyalı'dan Konak'a annemin yanına gideceğim. Okuldan çıktım. Otobüs durağına gittim. Beklediğim otobüs geldi, bindim. O dönem için oldukça yeni olan Kentkart'ımı basıp insan gibi arkaya ilerleyecektim ki efsane soru geldi şoförden: "Öğrenci misin?" Karışında okul pantalonu, gömleği, kravatı ve ceketiyle arzı endem eden ben, bu yetmezmiş gibi bir de evrenin en denyo öğrenci aksesuarı olan "resim dosyası" kod adlı aygıtı taşıyordum. Şu an bile hayret ettiğim bir cesaret ve delilikle şu cevabı verdim: "Hayır. Evli ve 2 çocuk babasıyım." Sahip olduğum mizah duygusu şoförün pek hoşuna gitmemiş olacak ki herif bana bir bağırdı, ben 2 saniye sonra en arka kapıya kadar gelmiştim sırıtarak. Buna benzer yaşadığım bir olay daha var ki onda da "Kostüm partisine gidiyorum." demiştim. Sonradan belediye otobüslerinin stand-up yapmak için uygun yer olmadığını anlamam uzun sürmedi tabii.

Okul servisleriyle de aram hiç iyi değildi. Orta-okula giderken ev ve okulun İzmir'in ayrı yerlerinde olmasından dolayı sabahları güne imamla beraber başlıyor ve gün ağırmadan servise biniyordum. Lise ve üniversite yıllarımı derslerde uyuyarak geçirmemde bunun büyük etkisi olduğuna inanmışımdır oldum olası. Nasıl bir uykusuzluksa, hala doyamadım sabah uykusuna. Tabii bu kadar sabah sersemliği sonucunda kaçınılmaz dalgınlıklarım, aptallıklarım olmuştu. Onlardan birini daha önce yazmıştım, aha da buyrum:

"...yine sıradan bir okul günüydü sevgili sözlük... saat çalmadan uyandım, saate baktım 6:10. normalde 6:00'da kalkmam gerekli, zira servis beni 6:30'da alıyor, ben geberik vaziyette uykumun geri kalanını serviste uyuyordum. neyse efem güç bela yataktan doğruldum. sağa sola çarpa çarpa banyoya gittim, yüzümü yıkadım. ama ayılamıyorum bir türlü. odama döndüm, üstümü başımı değiştirdim, aşağıya indim, servisi beklemeye başladım. bir yandan da "hiç bu kadar uykulu olmamıştım lan" diye düşünüyorum, gözlerim acıyor resmen. o sırada apartmandaki dairelerden birinin penceresi açıldı, döndüm baktım, annem kafayı çıkarmış. diyalog şu şekilde gelişti:

anne: oğlum napıyorsun?
ben: servis bekliyorum anne?
anne: oğlum gece'nin iki buçuğunda ne servisi!
ben: holi şit!

siz siz olun akreple yelkovanı karıştırmayın a dostlar. yoksa 2:30'u 6:10 zannedip, gecenin bir yarısı "gömlek-kravat-ceket"le sokakta dikilirsiniz."
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=16461721)

Dolmuş ise favorimdi her zaman, hala da öyledir. Ama oturmak şartıyla. Yoksa bol "Eet çökelim beyler, çök çök çök..."lü bir yolculuk hepsinden beter olabilir. Ayrıca genel olarak dolmuş şoförlerinin, otobüs şoförlerine göre çok daha sayko olmaları da var. Ama yine de gidilen yere oturarak, hızlıca gitmek, bu esnada müzik dinlemek çoğunlukla keyifli bir aktivite olabiliyor benim için.

Tüm bunların yanında özellikle otobüslerin inanılmaz bir sosyal tesbit aracı olduğuna inanıyorum. Bana da bu yazıyı yazdıran da biraz bu oldu sanırım. İnsanların bir şekilde birbirleri ile etkileşim içinde kalması, zoraki şekilde iletişim kanalının açılması ile son derece acayip sahnelere tanık olabiliyorsunuz, kötü bir gözlemci olsanız dahi. Bir asansörler ve içindeki insanların sıkıntılı sessizlikleri ile kesişmeyen bakışları, bir de bu otobüsler...

30.01.2010

Ah O "Alaman" Bebeleri...

Posted by Jatrah | Posted in | Posted on 14:25

Küçüklüğümde bana en çok heyecan veren şeylerden biri yazın aile ile gidilen tatil köyleri ve otellerdi. Annemin ve babamın mesleğinin öğretmenlik vs. gibi bir şey olmamasından ve yazları çalışmalarından dolayı (böyle yazınca hammalık yapıyorlarmış gibi izlenim oldu ya neyse) hep yazlığı olan arkadaşlarıma imrenerek bakardım. Onlara bu konuda atabildiğim yegane gol, her yaz ailecek gittiğimiz 1 haftalık tatiller olurdu.

Ben suyu, yüzmeyi çoktandır sevmeyen bir insanım. Lakin ne hikmetse, o dönem tatile gidileceği zaman havuz ve denize girilecek diye sevinçten delirirdik ablamla. Hayır yani göt kadar klorlu suya girsen ne olur, girmesen ne olur? Sanki ruhumuz arınacak. Tabii yegane sevinç kaynağım su birikintileri değildi. O dönem atari salonları çılgınlığı vardı ve tatil köyleri bu furyaya adeta evli ve namuslu bir kadın görmüş Nuri Alço misali atlıyordu. Bir tane dandik jetona dünyanın parası ödeniyor, zaten 1 haftalık tatile mal varlığının bir kısmını gömen ebeveynler battık batacağımız kadar dercesine çocukları jetona boğuyordu. Street Fighter ve dolayısıyla ilk aşklarımdan Chun-Lee'nin bacakları da hayatıma o dönem girmişti (Her şeye rağmen favorim Blanka'dır amma velakin, elektrik vere vere adam dövmesi ve kafayı ısırması ile şu vahşi bünyede taht kurdu. Mitiş!).

Yani anlayacağınız o bir haftalik tatillerde ben en sıpa halimle mutlu mesut ve bolca da şımarık bir şekilde geziyor, havuza en denyo şekillerde atlıyor ve tabii ki atari karşısında kendimi kaybediyordum. Fakat her şey süper giderken otele gidildiği senelerin birinde, bir şey gördüm ve hem tatilerim, hem de hayatım değişti. Muhtemelen 92 ya da 93 yazı. İsmini cismini unuttuğum bir otel. Akşam yemeği vakti. Yemeğimi yiyorken arkada iki "alaman" bebesi dikkatimi çekiyor. Ellerinde bir alet var, ve sürekli kaset gibi şeyler takıp çıkarıp, delilercesine oynuyorlar ellerindeki cevherle . Evet tam olarak aşağıdaki şey tuttukları:


İlk görüşte aşık oldum Game Boy'a. Nasıl da aklım çıkmıştı yarabbim, anlatmak mümkün değil. Ayıla bayıla oynadığım o atari oyunları tadını anında kaybetmişti. Artık hayallerimi Game Boy süslüyordu. Ben mahzun mahzun bakışlar atarken, o sarı kafalı veletler ise hayallerimin oyuncağı ile çılgın atıyordu. Geçmişe dönüp bakınca şimdi fark ediyorum ki aslında sahip olamadığın şeyin kıymetlenmesi insan doğası, o yaşta dahi var. Aslında bir çok şeyi isterken vitrindeki asla sahip olamayacağını bildiği akülü oyuncak arabaya bakan çocuklarız biz. (http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=16335622 ve de komple o başlık. Ah "Pro Action Football" sen de içimde bir yarasın.) Reklam sektörü de sanırım en çok bu zaaf üzerine çalışıyor. Bu vesile ile 2 tane de dandik sosyal tesbidi sıkıştırayım araya. Neyse...

Ben parlak sarı saçlı, yeşil gözlü bu veletlerden nefret ededurayım, 3-4 sene rötarlı bir şekilde de olsa Game Boy'a sahip olacağımı bilmiyordum pek tabii. İlkokulun ortalarında ilk olarak bir adet tetris almıştı annem bana, hem de benim konu hakkında hiç bir beyanatım (yani "bana gemboy alıaağaaan noluaağğr!" şeklinde ağlamam) olmamasına rağmen. Elime tetris'i ilk aldığım andan itibaren tek bir şeyi merak ettim o da "1 in 100" gibi bir şeye kimin inanacağı. Ulan ben 7-8 yaşındaki halimle bile ne alaka dediysem hangi akla hizmet ve hangi hedef kitleye yönelik o yazı oradaydı, büyük muamma. Sonra eve "Home Computer" girdi. Flintstones olsun, Mario olsun, Star Galaxy, Duck Hunt olsun, hepsi dünya ahiret bacım olsun güzel zamanlar geçiriyorduk. Bu esnada "1 in x" kalıbında sıfırlar abarmış, "1 in 1000000" olmuştu. Halbuki kasetlerde kabak gibi 16 oyun vardı, malumunuz.



En nihayetinde beklenen büyük buluşma gerçekleşmiş ve takvimler galiba 96'yı gösterirken benim de bir adet Game Boy'um olmuştu. Oyun kasetlerinin eşek gibi pahalı olması ve internetin sanırım o sene dünyada popülerleşmeye başlaması (ki icadı 92 veya 93, Türkiye'de popüler olması da 98 senesine denk gelir) yani download, crack, warez gibi terimlerin kimseye hiçbir şey ifade etmemesi benim aynı anda sadece bir adet oyuna sahip olmama sebebiyet veriyordu.

Sonra giderek büyüdük. Teknoloji ilerledi, aletler ucuzladı, pikseller çoğaldı. 98 senesinde bilgisayarım oldu. Üçdefeeiks kartım bile oldu (http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=3dfx). Çorap söküğü gibi geldi devamı. Hatta eşek kadar olduk, 2009 yılına geldik bir adet PSP aldım kendime. Ama kimisinden, hatta belki de çoğundan çok daha fazla zevk alsam da (8-bit konsolda Flintstones, PC'de Fifa 98-Grim Fandango-Jazz Jackrabbit 2) hiç birini Game Boy gibi istememişimdir herhalde.

Ve o Alaman bebelerine karşı olan hislerim değişmedi hiç, bir bulsam kafa kol dalarım. Oyuncağı olan var, olmayan var ulan!

20.01.2010